Öykü.. Şeftali Çiçekleri.. Ayşe Öner

Şeftali Çiçekleri

Koşuyor ama bir türlü ilerleyemiyordu. Zaman bazen en çaresiz anlarda hareketsizdir. İnsanların bakışlarını hissediyordu. Ona bakan gözler zihninde canlandırıyordu. Bu tip insanların Bakışları kurşuni soğuk; göz bebekleri karanlık, korku dolu sonsuz tünelleri andırır. Nitekim kendi kusurlarını, hatalarını görmezden gelen, başkalarını taşlayan; aklı saman yürekleri cehalet tohumuyla ekilmiş insanların bakışları kadar korkunç bir şey yoktur. O yüzden görmese de o dikenli keskinliği hissediyordu. Her çağın vebasıdır bu insanlar. Nihayet hiç bitmeyen yol ve hiç geçmeyen zaman merhamet gösterip eve varmasına izin vermişti. Eve girer girmez kapının ardına çömelip hıçkırıklarla ağlamaya başladı. Saçlarını açtı, tüm yüzüne dağıttı. Saç tellerinin arasından etrafı incelemeye başladı. Bu durum çoğu insanda korku ve hüzün esnasında oluşur. Ayrıca yalnız ağlamaları durduran çoğu zaman mekânı ruh haline bağdaştırma içgüdüsüdür. Yıkık dökük bir ev, kırık iki pencere ve her iki pencereden de sarkan çirkinlik için örülmüş ağlar dahası tozla kaplı masaların hemen yanındaki tek ayaklı sandalyeler onun için kusursuz bir bileşim ortaya çıkarıyordu. Bir süre böyle eşyalarla zihnini raks ettirdikten sonra saçlarını topladı. Kapı kenarında duran, onun için  tek kullanışlı eşyası olan baltayı alıp evinin hemen dibindeki ormana gitti. Biraz yürüdü sonra havaya bakarak derin bir nefes aldı. O sırada pembe bir yaprak çenesinin üstüne düştü. Tenine nazikçe dokunan bu kadifemsi yaprak bir anlığına da olsa ona kadınlığını hissettirdi. Başını rüzgârla birlikte hafifçe döndürdü. Çiçek açan şeftali ağaçlarını gördü. Bu pembe çiçekler bu yıl onların bahara armağanıydı. Şeftali ağaçları çok nadir mart ayında çiçek açardı. Elindeki baltayı fırlattı. Uçan yapraklar içinde dans etmeye başladı. Rüzgâr onun için çok özel bir partnere dönüşmüştü. Her hareketine ayak uyduruyordu. Bu şekilde yorulana kadar devam etti.  Gece çökmüştü. Gökyüzü ışıl ışıl siyah elbisesiyle harika görünüyordu. Kenara attığı baltasını aldı; kasabaya dönmeye karar verdi. Önce evine gidip atını aldı sonra kabaya gitti. Yerde hâlâ biraz kar vardı ama bu onlar için bir şey fark ettirmiyordu çünkü toprak beyazdı ve buna rağmen çok verimliydi. Kasabalılar bunu ona yani Blanca’ ya bağlıyorlardı. Blanca, bu topraklar gibi bembeyaz ve bu topraklarla bütünleşen; hayallerin bile üstesinden gelecek bir güzelliğe sahipti. Bu yüzden ona Blanca ismini vermişlerdi. Kasabalılar onu ormandaki gölün kenarında bulmuş büyütmüşlerdi. İçlerinden bazıları onu toprağın kızı olarak görüyordu. Bu katı kuralcı halk  ona sevgiyle yaklaşıyordu ta ki bu sabah cezalandırmaya çalıştıkları bir kadını kurtarana kadar. Kasabaya son birkaç gündür siyah bir sis çöküyordu. Çöken sis kalktıktan sonra insanlar hayvanlarını kasabanın ortasında kanlar içinde ölü buluyorlardı. Bu olay oraya yeni yerleşen yaşlı bir kadından sonra olmuştu. Bu yüzden tüm bu olanlardan onu sorumlu tutup kendi aralarında büyücü ilan etmişlerdi. Blanca ona yardım ettiği için onu da sorumlu tutmaya başlamışlardı. Sevgi ve iyilik bu dünya da hep menfaat odaklıdır. Çıkarlara ters düşen hiç düşünülmeden düşman olarak görülür. Oysa herkes nedenini biliyordu. Sadece onlara bir günah keçisi lazımdı. Bu bir büyü değil lanetti. Yıllar önce kasabanın yaşlıları birbirini seven iki genci Emilio ve Elena’yı ormanda şeftali ağaçlarında asarak öldürmüşlerdi. O günden sonra şeftali ağaçları bir daha çiçek açmamıştı. Onları durdurmaya çalışan Emilio’nun annesi bu yasak aşktan kalan ve kimsenin bilmediği çocuğu ormana bırakıp Almavira kasabasını terk etmişti. Kasabalılar, onun hâlâ Galicia bölgesinde olduğunu ve Ölüm Kıyısındaki bir cadıya Almavira’yı lanetlendirdğini, lanetin bir gün kasabaya çökeceğini duymuştu. Şeftali ağaçlarının çiçek açmasıyla ve Blanca, Emilio ve Elena’nın cezalandırıldığı yaşa gelince lanet başlamıştı. Blanca laneti daha küçükken duymuştu o yüzden şimdi olanları anlayabiliyordu. Yaşlı kadının hiçbir suçu yoktu. Blanca onu kurtarıp evine bırakmıştı. Herkes onunla konuşmak için toplanınca koşarak kasabayı terk etmiş evine gitmişti. Şimdi geri dönmüştü önce yaşlı kadının iyi olduğundan emin olmak için onun yanına gitti. Yaşlı kadın sanki onun geleceğinden haberi varmış gibi Blanca daha eşiğe gelmeden kapıyı açtı. Blanca şaşkınlıkla içeri girdi. Kasabanın içine bakan pencerenin kenarında iki oturak vardı. Yaşlı kadın birini iyice pencereye yanaştırıp oturdu. Sıkıca tutuğu iki avucunu açtı. Avuçlarında şeftali çiçekleri vardı.  Blanca da karşısına geçip oturdu. Yaşlı kadın pencereye bakarak konuşmaya başladı. Bir taraftan konuşuyor bir taraftan da çiçekleri tek tek eziyordu.

– Ben büyücü değilim ama haklılar. Emilio ve Elena birbirini çok seviyordu. Ama Elena’nın ailesi onu bir tüccar denizciyle evlendirmek istiyordu. Bu yüzden kaçmak istediler ve başardılar da. Ama bu insanlar ve o kindar denizci onları buldu. İkisinin de hayatına son verdiler. Onlardan geriye sadece sen kaldın Blanca. Seni ormana bıraktığımda öleceğini düşünmüştüm ama gittiğim cadıdan yaşayacağını ve lanetin seninle başlayacağını öğrendim. Onların soyundan gelen lanetti kendi elleriyle büyüttüler.

Blanca hiçbir şey söylemeden kalkıp, ağlayarak yine koşmaya başladı.  Bu sefer zaman da ondan yanaydı. O kadar hızlıydı ki insanlar, evler, gökyüzü her şey bulanıktı. Hepsi kum ve ışıkla yapılmış birer resimdi sanki. Kum sanatı modern hayatı konu etmek istese bile o tarihi, eski muazzam atmosfere mahkûmdur. Her kum tanesi sanatçının elinden dökülmeye başladığı andan itibaren bu görsel şöleni izleyen herkese sihirli, adı konulamayan bir duygu hakim olur. İşte bu duyguyu Blanca da yaşamıştı. Sanatçı zamandı hüneri ise; geçmişi kum tanelerine dönüştürmek. Eve göz açıp kapayıncaya kadar gelmişti bile. Yine kapının ardına geçti bu sefer dağınık olan saçlarını topladı. Yüksek sesle bir kahkaha attı. Mutluydu çünkü artık özgürdü. Onu büyüttüğü için minnet duyduğu bu kasabalıların zavallı ve aşağılık kurallarına uymak zorunda değildi artık. Minnet duygusu intikam duygusuyla ödeşmişti böylece. Hiçbir şey bir insanın ruh özgürlüğünden daha önemli değildir. Minnet duygusu bedeni değil ruhu köleleştiren bir duygudur. Dürüst bir insansanız karşınızdaki sizden bir şey talep etmese bile bu duyguyu tüm ruhunuzla taşırsınız. Doğru insanlara denk gelirse bir illete dönüşür bu duygu. Bu duygudan kurtulmuştu şimdi. Baltasını aldı dışarı çıktı. Rüzgârda uçuşan şeftali çiçekleriyle birlikte kasabayı terk etti. Onun gidişi sadece lanetin insanlara zarar vermesini engellemişti. Sis olayı hâlâ devam ediyordu. Yaşlı kadın ise her yerde onu arıyor önüne çıkan herkese “Lanet devam edecek!” diye söylenip duruyordu…

İlgili Yazılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir