Öykü.. Bulantı.. Murat BOĞURCU

Bulantı

 

Kalbime ağır gelen yükü, nereye gitsem yanımda taşıyorum. Omuzlarım düşmüş, bedenim çökmek üzere. Ayaklarımı sürüklüyorum; bastığım yer, sanki beni taşımakta zorlanıyor. Her adımda düşecek gibi ilerliyorum, ama düşmüyorum. Ayakta durdukça, yükün verdiği acıyla biraz daha eksiliyor, biraz daha siliniyorum. Aklım başımdayken herkesten uzaklaşıyorum. Mümkün olsa, hayattan bile çıkmak isterdim. Kendimi ait hissetmediğim her yer üzerime devriliyor. Kaçıyorum herkesten, ama hep kendime yakalanıyorum. Yakın durduğum her şey bana yabancı kalıyor. “Bitmeli,” diyorum, “bu ıstırap, bu arızalı varlık son bulmalı.” Kendime gelip gittiğimde hiçbir şeyin değişmediğini görüyorum. Sürekli en baştan başlıyorum. Unuttuğumu sandığım her şey yerli yerinde duruyor. Kaçamıyorum. İyileşmenin eşiğinde olduğumu sandığım her an, ruhum yeniden kemiriliyor. Erteleniyor, eksik kalıyorum. Her şey duruyor; ben duruyorum, herkes duruyor. Durmayan tek şey hayatın kendisi oluyor. Beynim bulanıyor, sanki geçmişi kusacak gibi oluyorum.

Aradan iki ay geçti, ama hâlâ ilerleyemedim. Hatırladığım kadarıyla, beni doktora götürdüklerinde hastanede birçok tetkik yapılmış, yaşadığım duygusal şokun hafızamda gidip gelmelere neden olduğu söylenmişti. Doktor, iyileşeceğime dair hiçbir garanti vermedi. Sürecin ne kadar süreceği, nereye varacağı konusunda da bir açıklama yapmadı. Çırpınışlarımın kapısı yok. Girdiğim kafesten dışarıyı gözlüyorum. En yakınlarımı, sokaktan geçen yabancılar gibi inceliyorum. Aklımın merkezindeki hafıza, kimseyi tanıdığıma dair en ufak bir fikir bile yaratmıyor. Bazen birilerini tanır gibi oluyorum; ama kafamda oluşan ağrı, o kişiyi elinin tersiyle en uzağa itiyor.

Her gün pencere kenarında oturup gazetemi alıyorum. Gözlüğümün altından, göz ucuyla okumaya çalışıyorum. İkinci sayfaya geldiğimde beynim, yağsız bir motor gibi duruyor. Bir şeyleri anımsar gibi oluyorum ama beyin damarlarım kurumuş, hafızam işlevini yitirmiş. Sonra her şeyi yeniden unutuyorum. Annem yanımdan geçtiğinde, onun annem olduğunu kabul etmeye çalışıyorum. Babam beni sürekli gözyaşlarıyla selamlıyor. Kardeşim durmadan konuşuyor; anılarımızı anlatıyor, hatırlayıp hatırlamadığımı soruyor. “Hatırlayamıyorum” dedikçe kafatasım daha çok zonkluyor. Ani öfke patlamalarıma dayanamayıp ağlayarak odadan çıkıyor. Kafamın içindeki boşluk, içimdekinden daha büyük. Gittikçe büyüyor ve ben o boşlukta kayboluyorum. Birilerinin beni bulma umudunu kaybettim. Kendimi bulmak için çıktığım her yolculuk, hedefe varmadan sona eriyor. Geçmişi silinmiş, bugününü bilmeyen ve yarını kayıplarla geçecek bir ruhu, eriyen bir bedende taşıyorum.

Dün büyük kuzenim geldi. Kuzenim olduğunu, kocaman gülümseyen ağzından öğrendim. “Beni hatırladın mı?” diye sorduğunda yüzüm düştü. Ziyaretime gelen herkes aynı soruyu soruyor; ben ise anlamsız bir bakışla susuyorum. Başımı iki yana sallayarak noktayı koyuyorum. “Hayır” kelimesini söyleyecek gücü bulamıyorum kendimde. Kuzenim, birkaç anıyı hatırlatmaya çalışsa da, umutsuzluğu vücut dilimle avuçlarına döküyorum. Bu hale nasıl geldiğimi kime sorsam, kaçamak cevaplar veriyorlar. Sanki doğruyu söyleseler, suç onların üzerine kalacakmış gibi susuyorlar. Bugün, bu sorunun cevabını kuzenimden almak için onu pencere kenarındaki sandalyeye oturttum. Kimsenin olmadığından emin olduktan sonra sordum: “Beni bu hale getiren neydi?”

Kuzenim boğazını temizleyip anlatmaya başladı: “Seni, kitap okumak için gittiğin Koşuyolu Parkı’nda polisler kimlik kontrolü yaparken bulmuşlar. Hiçbir soruya cevap vermemişsin, sadece boş gözlerle bakıyormuşsun. Kimliğine bakarak kim olduğunu anlamışlar. Elindeki kitapla seni karakola götürmüşler. Şoka girdiğini fark edince eniştemlere haber vermişler, seni hastaneye sevk etmişler. O gün hepimiz oradaydık ama kimse bize bir şey söylemedi. Sana sordukları hiçbir soruya cevap alamadılar. Kiminle görüştüğünü hâlâ bilmiyoruz. Çok uğraştık ama kimseden doğru dürüst yanıt alamadık. Suratın bembeyaz olmuş, titriyordun. Seni bu hale getiren şeyi hâlâ bilmiyoruz. Sustuğunda, aklıma takılan tek şey kitabın ne olduğuydu. Peki, o kitap hangisiydi?” diye sordum. Kuzenim önce susmayı denedi. Yüzüne baktım, ısrarcıydım. Huzursuzca kıvranıyor, kapıdan biri girecekmiş gibi etrafa bakınıyordu. Onu rahatlatmak için, “Korkma,” dedim, “kitap bana zarar vermez. Sonunda dayanamayıp, kimseye söylemeyeceğime dair söz aldı. Bir müddet bekledim. Sessizliğin içinde nefesini duyuyordum. Sonunda ağzından kelime döküldü: “Bulantı. Yüzüme bakarak sustu, ardından kısık bir sesle ekledi: “Teyzem kitap okuya okuya sonunda delirdi, demişlerdi. Doktor bunun kitapla ilgisi olmadığını anlatsa da kimse inanmadı.”Kuzenim odadan çıkarken, beynimde bir uğultu başladı. Bulantı kitabı kimin? Neden elimdeydi? Bir kitap insanı delirtir mi? Hafızayı siler mi? Sorular zihnimde çoğaldıkça, beynimin içinde bir ışık çaktı. Kitabın adını unutmamak için bir kâğıda yazdım. İki aydır ilk kez, karanlığımın içinde bir ışık gördüm. Sanki o ışık beni çekip çıkaracak gibiydi. Umudun tozunu döktü aklımın çorak toprağına.

Kitaplığıma yöneldim. Rafların arasında defalarca gidip geldim ama kitabı bulamadım. Ne aradığımı unutmadığım bu ilk andı. Sanki kitabı aramak bile bir düzelme emaresiydi. Heyecanımı bastıramıyordum. Ama anneme sorsam, kıyamet kopardı. Onlara göre bu hale kitaplar yüzünden gelmiştim. O yüzden sessiz kalmalıydım. Telefonum yok, bilgisayarım yok. Teknolojik aletlerden uzak durmam gerekiyormuş, doktor öyle demiş. Evde bana yardım edecek kimse yok. O hâlde, kendi başımın çaresine bakacaktım. Fırsatını bulur bulmaz dışarı çıkmalıydım. Hiçbir yeri bilmiyor, hiçbir şeyi hatırlamıyordum. Ama bu kitabı bulmam gerekiyordu. Çünkü artık benim için bir varlık meselesine dönüşmüştü.

Pencerenin kenarındaki sandalyeye oturdum. Düşünmek istiyordum, ama neyi nereden düşüneceğimi bilmiyordum. Formatı silinmiş bir akıl, nasıl yeniden başlatılırdı o sırada televizyonda açık kalan haber kanalında gözlerim bir görüntüye takıldı: Bir adam arabasının arkasına bağladığı bir köpeği sürüklüyordu. Aynı ekranda bir kadına şiddet uygulayan bir adamın görüntüsü de vardı; kadın yerde iki büklüm olmuş, adam tekmeler savuruyordu, etrafındaki insanlar sadece izliyordu, bazıları kaydediyor, bazıları ise sadece donup kalmıştı. Mide bulantısı, boğazda bir sıcaklık ve kalpte çarpıntı hissettim. İçimde bir şey koptu. Televizyonu kapatamadım; donup kaldım. Camdaki yansımamda yüzüm kayboldu, sanki o da utançtan titriyordu.

Ertesi gün, evdekilerden gizlice dışarı çıktım. Hırkamın cebindeki kâğıtta tek kelime yazıyordu: “Bulantı.” Bu kelimenin peşine düştüm. Bir kitapçının önünde durdum. İçeri girince kitapçı beni tanıdı: “Eren, nasılsın? Ben Fatoş. Beni hatırladın mı?”

Yine aynı soru. Cevap veremedim.“Yardım edeyim mi, ailene haber vereyim mi?” diye sordu.

Başımı iki yana salladım. “Bulantı” kitabını istediğimi söyledim. Bir süre sonra elinde orta kalınlıkta bir kitapla geldi. Kapakta kalın puntoyla yazılmıştı: Bulantı – Jean-Paul Sartre. İsim bana hiçbir şey çağrıştırmadı. Param yoktu, ama Fatoş, “Sonra ödersin,” diyerek yüzünde tatlı bir tebessüm belirdi. Kitabı aldım, ona Koşuyolu Parkı’na nasıl gideceğimi sordum. Yüzüme anlamsızca baktı bir süre. Az ötede olan Koşuyolu Parkı’nı ona sormam garibine gitmişti. Sonradan dank edince elini alnına götürüp gözlerini sımsıkı yumdu. Kısaca tarif etti. Zaman kaybetmeden yola koyuldum.

Beş dakika sonra parktaydım. Sokak lambasının altında boş bir banka oturdum. Kitabın kapağını parmak uçlarımla yokladım. Okudukça tüylerim diken diken oldu. Her cümlede, beynimdeki sis biraz daha yoğunlaşıyordu. Bir saat önce gördüğüm sahne yeniden gözlerimin önüne geldi. Kitabı bitirip kapağını kapattığımda, boşlukta asılı kalan aklıma kalbimi yerleştirdim. Kaybolan ben değildim aslında — kaybolan, yaşadığım toplumdu. Toplumun hafızasıydı. Kendimi bulmaya çalışırken, toplumun kendini kaybettiğini gördüm. Ama bu, aklımı yitirmeme neden olacak bir sebep olamazdı. Eve nasıl gideceğimi düşünürken başımı kaldırdım. Parkın kapısında Fatoş, annem, babam ve kardeşimle göz göze geldim. Beni bulmuşlardı. Eve dönecektim. Ama cevabını asla bulamayacağım soruyu yüklenerek yükümü daha da ağırlaştırmış oldum: Toplum kendi evini nasıl bulacaktı?

Yol boyunca konuşmadık. On dakika sonra evdeydik. Sandalyeme oturup penceremin önünden akan insanları izlemeye devam ettim. Evlerine gitmeye çalışan insanlar aslında birer birer kaybolan toplumun içinde silinip gidiyordu.

 

 

Murat BOĞURCU

Ekim -2025

Stuttgart

 

İlgili Yazılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir