Çocukluk yılları…AHU KAYA.ÖYKÜ

Çocukluk yılları…

Yazarken bile yüzünde çocuksu bir ifade oluşuyor. O saf, temiz ruh hâli, şu an aynı; zaman ve mekânlar değişse de. İnsan kendi bebekliğini merak ediyor. Ne çok objektife takılmışız ne de çok büyük albümlere… Dayımızın, teyzemizin, ailemizin anısında çektikleri, o anda bir kaç fotoğraf… Kırmızı etekli, beyaz çoraplı, kırmızı şapkalı ve kırmızı parlak ayakkabılı… Annemin yanında, hatırlamak istediğim; kameraya güzel bir gülüş ile baktığım bir an.

 

Şu an elimde eski bir fotoğraf… Şu ana kadar kaç kere açıp bakmışım bilmiyorum. Her bakışta yüzümde gülümseme… Keşke her an şu anki kadar çok takılsaymış objektiflere; elimizin altındaki telefonlar gibi. Ama bu bile insana anlatılmaz duygular katıyor. Sadece albümler, hangi mevsimde hangi günde açılırsa açılsın, bıkmadan, yeni bir heyecan gibi açılıyor. Anılar, o günkü gibi… Bizler, o anda var olmuşuz.

 

Kışın yanan sobamız vardı. Soğuk kış gününde, bedenimizi ve ruhumuzu ısıtan… Bıkmadan külünü değiştiren bir babam… Annemin üzerinde hazırladığı yemekler ve babamın akşam olunca koyduğu kestanesi ve sohbeti… Gece, duvara yansıyan ateşin ışığındaki huzur vardı.

 

Mavi kapaklı, eski bir televizyon… Renkli hayatımın renksiz tek kutusu… Her sabah yeni bir çizgi film ile heyecanla uyandığım günler… Bozulduğunda “Ben yaparım” diye uğraşan, ama çaktırmadan tamirciye götüren… O anki gülüşü… İşten eve geldiğinde üzerindeki boya kokusu, alnındaki helal parası ile harçlık uzatması… Ve harcamaya kıyamayan bir çocuk… O para, o kadar güzel bir nimetti ki… Bir hediye gibi saklama hissi…

 

Sonra kaldırım taşlarında ayak izlerim… Bakkaldaki pamuk şeker ve elmalı şeker kuyruğumuz… Hâlâ unutamadığım o tat… Hepsi, o anda kalmış damağımın bir köşesinde güzel bir his… Bizi bakkala götürüp “Ne istiyorsanız alın kızım” demesi… Renkli bonibon şekerler almak… O sevinç ile babanın elinden tutup onunla geçirdiğin, hiç bitmeyen zaman… Ve şu an, geride hızla geçmiş o an… Silinmeyen mürekkepli kalem ile yazılmış şu gönlüme…

 

Kardeşim ile oynadığımız saklambaçlar… Düştüğümüzde birbirimizi kaldırmamız… Tartışmalarımız… Annemin güzel şeyler öğretmesi… Babamın, akşamın karanlığında, şehrin ışıklarında omzunda bizi taşıması… O kocaman gelen şehir, büyüdükçe küçük göründü göze… Geriye sadece büyük anılar kaldı.

 

Unutulmayan Ramazan sofraları… Babanın bayram namazından dönmesini büyük bir sevinçle beklediğin… Bayramlıklarını baş ucunda tuttuğun an gibi tutuyorsun her anıyı. Camiden gelirken elini öptüğün o an… Ve birlikte yapılan güzel bir kahvaltının damağımda bıraktığı his… O duvarda koca bir anı ve onun fırça darbeleri…

 

Şu an, o koca anı yıkılmış bir ev… Her geçişte bir duvar kalmış… Yıkılmayan yan bina ile birleşik… Onun kat kat boyadığı, her boyamasında “Hangi renk olsun kızım?” diye sorduğu renkler… Kat kat kavlamış ve en son ki renk kalmış duvarda: lila… Büyük bir sanat eserinin anılarda saklandığı o duvara, geçerken her baktığımda yüreğime bir anı saplı kalır. Benim hayatım, çocukluğum orada diyorum. Kimileri için sadece yıkık bir ev… Ama bende belki de yarım kalmış bir hikâye…

 

Her an bir hikâye… İnsana, her anın değerini bilerek yaşamanın büyük bir nimet olduğunu hissettirir. Duvara elleriyle attığı her fırça darbesi ve onu hayranlıkla izleyip bakakalmak… Boya kutularını nasıl açtığı, fırçayı nasıl tuttuğu, birlikte renkleri nasıl seçtiğimiz… Dün gibi aklımda… Büyük bir şaheserin izleriydi onlar.

 

Yeni bir eve taşınacaktık… Yüzündeki o hüznü gördüm. Alışılmış bir evin kokusunu bırakıp gidecek olmanın hissiydi o. Birlikte yeni bir ev tutup, yine ressamlık ile fırçayı eline alıp son darbelerini atıyormuş gibi boyuyordu duvarları… Habersizce, yorgunluğunu bize hissettirmeden, acısını saklayarak… Yeni evi bize hazırladı.

 

Taşınmadan önce, ilk sabahı… Belki bebekliğimizden, çocukluğumuzdan bu ana dek ilk kez, yanımıza gelip üzerimizi örtüp baktı. O günün sabahında, yorgun bir hâlde soluğu hastanede aldık. Hayatımda ilk defa kokusu kırık bir buram olan bir kapıdan, içimi ürperten bir mekâna girdim. Beklemek… Orada hiç usanmadan beklemek… Odanın kokusu, ışığı… Artık eskisi gibi bir his uyandırmıyordu.

 

Çocukluğun şımarıklığı… O odadaki güneş, tıpkı bitmeye çalışan bir mum gibiydi gözümde. Doktorun söylediği… Zamanın nasıl yavaşladığını hissettirdiği an… 13.08.2016… Babamın, boğazımda düğüm olduğu yaşta kalmışım. Onun içimde ikinci gölge, yüreğime hayata karşı bir el bıraktığı yaşta… Hayata, en az onun kadar dik durduğum yaşta…

 

13.08.2025’teyim şu an. Kelimelerin kalbimden döküldüğü, sadece bende kalmayacağı… Belki mısraların başka gözlerde olacağı, belki kalpte olacağı yerdeyim.

 

İnsanın hayatı sadece şu anda ve geçmişte yaşanılan iyi ya da kötü anılarda saklı… Bizimki annemin, kardeşimin de öyle… Annemin, ilk evlendiği, onu tanıdığı anda gizli… Ona vaat ettiği iyi kötü günlerde saklı…

 

Beni, gözlerimi dünyaya açtığım andaki ilk tatlı temasları… Korkuları ve sevinç çığlıkları… Her biri, ayrı zamanda kalmış… Babamın omzunda gururla durup, korkmadan çevreye duyduğum hayranlık… Düştüğümde kabuk tutan yaram ve onun “Geçer” demesiyle geçen yaram…

 

Yeni bir çizgi film ile uyandığım sabahlar… Annemin güzel ve yeni şeyler öğretme çabası… Mahalledeki oyun çığlıklarım… Akşama kadar oynayıp, “Baban geldi” kelimesinin eve çekiş kuvveti… Onu görme sevinci… Ufak da olsa bir çikolata alması…

 

Mesele, eli dolu gelmesi değil… Onu iyi ya da kötü hayranlıkla seyretmekti. Kırıldığı da oldu, kızdığı da… Bazen öfkesi gözündeydi. Vardı bir sebebi… Belki de bazen masum bir çocuk gibi… Bazen adımları bile çekindirirdi bizi… Saygıdan, dağ gibi dururduk… Çünkü o bir “baba”ydı…

 

Her şeye rağmen ayakta durabilen… Yaptığı her şeyi hayranlıkla izleyen biz… Tamir edemediği şeyler için bile “Yapamadım” diyemeyen… Yaptığı şeyleri gururla gösteren… Belki de bazen gizli ağlayan… Ama içime yeten koca bir adam…

 

Aile, insanın her bir hücresidir… Yok olmuyor; sadece sana bir parça katıyor. Yanında olan bir parça gidince, yüreğinde büyük bir puzzle oluyor ve onun o dik duruşu seni sen yapıyor.

 

İnsanın hayatında unutamadığı anılar olur ya… Önemli noktalar… Kız kardeşimin doğduğu gün… Kendimi bütün gördüğüm o an… Babamın yüzündeki o gülümseme ve benim merakım… Her doğum gününde onun o gülümsemesini seyretmenin verdiği huzur… Ve “Zahmet etmeseydiniz kızım” diye hediyeyi aldığı an… O son hediye saklı kaldı.

 

Benim babam gururlu bir boyacıydı. Duvarlarımızda, kat kat ördüğümüz her bir anıyı birlikte kapattığımız yeni bir renk ile… Elleriyle yeni bir renk katan koca bir ressam…

 

Hayatımda ilk defa onu yorgun ve hasta gördüm… Tıpkı, o ölmeden rüyamda gördüğüm yaralı bir at gibi… Hâlâ gözleri dik… Onca ağrıya rağmen, yıkık görünmeme bakışı… Göz göze geldiğimizde, içime sakladığım hıçkırık… Ve onun gibi dik bakma isteği…

 

İnsan, tüm yaşadıklarını onun hasta yatağında anımsıyor. Hiç yılmadan ona bakmak… Gözyaşlarını gizlemek… O an, onun bize yaptığı gibi dik durma çabası… Sıra bizdeydi. O an, içime bir puzzle yeri açılıyor… Koca bir puzzle… Doktorun “Bu kadar az ömrü kaldı” demesiyle…

 

O an, her şeyi sığdırmak istiyorsun… Ama sadece gözlerine bakıp elini tutmak… Ona bakmak… En gurur verici duygu,

Zaman diyorum, o kadar çok değerli ki… Kırmadan, dökmeden, yara almadan… Yarayı iyileştirmek o kadar önemli ki… Anının değerini bilmek…

 

Onun öldüğü gün, saatin durduğu gündü. İçimize koca bir puzzle yerini çoktan almış, bekliyordu. O tüm gölgesiyle, ikinci bir yanımız olarak bekliyordu. Boğazda düğüm olup, çoktan almıştı kalbimizi saran o ılık, tuzlu damla… Onu toprağa koyan bedenimiz, ruhu içimizde… Geçmişin izlerini taşıyıp gösteriyordu… Bir şerit gibi, şehrin kaldırım taşlarında ayak izi ve boyadığı duvar, bir eseriydi.

Saatin durduğu andayım… O yaşta kalmışım… İçimde bitmek bilmeyen, güzel bir güneş var; hiç batmayan… Ve gece kadar karanlık bir his… Martının denize duyduğu bir hasret gibi… Bir ömür taşıyacağım…

İlgili Yazılar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir